30 Kasım 2010 Salı

blog ödülü

http://grikentsakini.blogspot.com/ ve http://bitmeyennsenfoni.blogspot.com/ adlı iki güzel blogtan ödül geldi. biri bayağı oluyor geleli gri kent sakininden ama yazamamıştım... diğeri  de bugün geldi letheden ...
bana bu mutluluğu yaşattıkları için ikisine de  teşekkürlerimi sunuyorum... sizi okumak çok güzel...yazılarınız hiç bitmesin...




blog aleminin bu yönü çok güzel...
ben de son zamanlarda tavsiye ettiği o güzel filmleri ve müzikleriyle her zaman  olmasını istediğim http://umitlivaka.blogspot.com/ bloğuna gönderiyorum.
bir de daha sık yaz diyorum...
özletme...

böyle kadınlar

kuş kadınlar bilir bunu...

bilir hiç bir zaman duramayacağını dursa bir yerlerinin kırılacağını bilir...
kuş kadınlar vardır beyaz elli, etekleri tutuşan baharda...

gözlerinin önünden şehirler geçen o şehirlerde kısa da olsa konaklayıp bir gece sonra gitmek isteyen..
dinlenmeyi hiç düşünmez bu kadınlar yüreklerinde hep kuşlar uçar kuşlar gider bir yerlere başka yüreklere...
aslında  gerçekten dinlenmeye ihtiyacı vardır bu kadınların, ama  korkarlar işte nedendir bilinmez.. dinlense sanki bırakıp gidecek içindekiler korkusuyla...
hala ince uçlu kalemler biriktirirler o beyaz ellerinde... ince ince çizerler hayatı...
kibar olmayı severler..kimse incitmesin  ürkütmesin isterler ellerindeki kuşları bu yüzden kalkan gibi dururlar herşeye karşı...

koşulacak bir şey varsa eğer koşar bu kadınlar, biri üzüldüyse bakıp da geçemez yanından , makyajım bozulur ağlarsam diye düşünmez, doya doya ağlarlar canları çekince, yağmur saçakları altına saklanmaz, kırışır yüzüm diye de üzülmez basar kahkaları içinden geldiğinde, saatlerce muhappet eder isterse, bazen de susar, susar işte...

kimseye yaslanamaz  kuş kadınlar... yaslanınca kaybolup gitmesinden korkar o omuzların, hep gitmiştir çünkü bu yüzden omuzları çökmüştür bu kadınların, kendi omuzları... ama göremezsiniz siz. göremezsiniz işte.

geçip giderse bu kuş kadınlar yanınızdan izin vermeyin belki ihtiyacı vardır size ama söyleyemez...

böyledir...

bilirsiniz işte,
sahi bilir misiniz?

29 Kasım 2010 Pazartesi

küçük bir cinayet

otobüsten 3-5 durak önce inip yürümek...yürürken  damien rice dinlemek...
ve rüzgara karşı direnmek...

bu aşkın yakıştığı en güzel yer tam burası...
sonbaharda rüzgarlı bir akşamüstü zamanı...

boşluğa koymak ellerinle bilmeden
şarkıdaki kadın ve adam
biz miyiz
bu karşılıklı cinayeti işleyen

şimdi bu yanlış zaman dediğimiz yerde doğru bir şey aramaya gücümüz ve inancımız var mı ?  öteki hayatlarımızdan biraz da olsa umut kaldı mı ?
bir doğruda bile kesişemedikten sonra anlamı var mı var olmamızın bu boşlukta?
belki dünya dönerken çemberde yüzerken biz, düşmeye devam ederken bir boşluktan takılıp diğerine düşerken göremiyoruz yap bozumuzun bize uyan ksımlarını...
boşluklar boş kalmaya devam ediyor...
belki bile bile görmezden gelerek
belki de değil...


ps: yazının şarkısı budur: damien rice 9 crimes
It's a small crime
And I've got no excuse

22 Kasım 2010 Pazartesi

nefes/siz

çok sıkıldım başka bir bölüme geçsek, sayfaları atlasak olmaz  mı...
bu ara, bırak okumayı yaşamaya sıkılıyorum hayatımı.

bir tane hayatım varsa buna hakkım olmalı ya olmalı bence yani sayfaları değiştirebilmeliyim kimisini yırtıp atabilmeliyim..ya da yeni baştan yazabilmeliyim  bazı yerlere kıvırıp dönmeli bazısında ayracı unutmalıyım...
ama gerçekten ben mi yazıyorum bu kitabı belki yazdığımı sanıyorum.. yazılan yerleri oynuyorum...

ve bazen benzer sayfalar geliyor sanki önüme. ben bunu okumuştum bu paragrafı  burda şöyle olacak diyorum hatta aptallık yapıp hikayenin sonunun değişeceğini bekliyorum belki aynısı değildir diye... değişmiyor... değişmez... hayat o sevdiğin cümleleri çok nadir karşına çıkartıyor...
sonra
en alışamam dediğim şeylere alışıyorum gündüzleri gülüp geceleri ölmeye yatıyorum...

hiç bir arafım bu kadar cehennem kokmamıştı.
nefes denemeleri yapıyorum yorganın altında daha ne kadar nefesSİZ kalırsam yaşayabilirim sanki sürekli kendi rekorumu kırıyorum  her defasında daha uzun kalabiliyorum...
hala yaşıyorum...

sanki kocaman bir sirk alanı burası, birinin elinde bir poşet var gezdirip duruyor. bana kurradan hep boş çıkıyor.oluk oluk boşluğum... yuvarlanıp gidiyoruz birlikte... alt alta üst üste yanyana... farketmiyor...
insan her şeye alışıyor...

15 Kasım 2010 Pazartesi

bayram gelmiş neyime

ben pek sevmem bayramları
eğer hayatımda ilk gördüğüm; büyük, tahta 4 kişilik salıncaklar yoksa
ayaklarımda gezmenin, dolaşmanın yorgunluğu yoksa
üzerimde annemin diktiği elbisem,
başucumda yeni alınan ayakkabının kokusu yoksa

sevemem bayramları şekerleri yemekten dilim kamaşmıyorsa
öpülen ellerin yakın soğukluğu artık bunaltmışsa
göz göze gelmekten kaçıyorsa herkes birbirinden

zoraki geliyorsa ayaklar ya da gidiyorsa öylesine bir yerlere
sokaklardaki çocuk şenliğine karışmıyorsa sesim....

sevemem...hiç...

ama yine de sizin bayramınız kutlu olsun
sıcak olsun yine de dostlarla olabildiğince...

mutlu bayramlar herkese...

7 Kasım 2010 Pazar

sustum

Susmalı bazen insan en derine iner gibi en derinde ölür gibi susmalı
Toprağın altında kalmış gibi öylesine suskun susmalı işte
Nefesini tutup zamana takılmadan
Susmalı insan
Yeni doğacak kelimelerine gübreler olsun susuşları diye susmalı
Cümleleri kesip geçsin toprağı diye
Susacaksa işte öyle susmalı insan

topal martı




Aslı Erdoğan şöyle demişti bir röportajında : “Hayatın sessizliğinde diye kitabım var. Kitabın başlığını bulamadım. Başlık koymakta çok zorlanıyorum. Bir arkadaş bana ‘’Aslı en çok hangi sözcüğü kullanmışsın, bakalım’’ dedi. Baktık. Hayat çıktı. Sonradan başlığını hayatın sessizliği koyduk.
Demek ki en çok kullandığımız kelime; en çok baş edemediğimiz kelimedir."
Boşuna değil onun karakterlerini sevmem. En çok etiketlediğim kelime olmuş “hayat” blogta baktım da…
Kötü bir gün geçirdim bugün evde de dışarıda da. Dışarıdan geldiğimde yine kutsal mabedime gelmiş gibiydim her ne kadar uzun süredir çok uzun süredir mabet olmaktan çıksa da. En çok bugün üzüldüm dışarı çıkınca, yine en çok bugün içim uzun zamandır kıvranmayan o acı ve yanmayla kıvrandı. Hâlbuki ben sanmıştım ki uyuşmuştum uyumuştum ve geçmişti hepsi. Artık büyümüştüm canım daha az yanmalıydı, daha az izin vermeliydim.
Şimdi cebimdeki üç kuruşla fiyakalı bir şarap alamam alsam da hiç birinin tadını tutmaz biliyorum işte bakma. Anca birkaç pis şişe bira belki.
Biliyorum kötü bir gün geçirdim, ne ilk ne de son biliyorum ki blog kucaklar beni ve yine biliyorum ki bu içinden senin geçtiğin son yazıdır bu.
Şimdi hangi gemiye binsem götürür beni geçerken huzura? Kaç ağlayan çocuk öpsem geçer yaram? Kaç sensiz gün daha kaç yıl daha ve kaç kalabalıkla olsam diner tenhalığım?
Şimdi bu gecenin yarısını çoktan geçmiş zamanda göğe bakıyorum,  geceye dönüp nefes almaya çalışıyorum yüksek bir balkondan ve aşağı bakmamaya direniyorum. Yükseklere bakmak acıtsa da evet seviyorum.
Kimilerine göre Budalılık da olsa ben budala olmayı seviyorum. Pestilleşecek, çiğneyecek bir şey kalmayınca, yok oluncaya kadar seni dibine kadar içmeye, sindirmeye ve bazen püskürtmeye devam ediyorum. Hayat, seni aksak, kusurlu, çatlak, topal yerlerinden öpmeye devam ediyorum. Sen elimi her defasında hep aynı yerde yani en zor yerinde yolun bıraksan da ben arkandan, önünden, yanından gelmeye devam ediyorum. Senle alıp verememeye devam ediyorum.

Çünkü hayat biliyorsun ben seni her halinle seviyorum.



1 Kasım 2010 Pazartesi

bir fotoğrafa

-ve gülümse!  dedi hayat
-çekiyorum...!

gülümsedim...
ama nasıl çıktığımı bir türlü göremedim...
ondandır bu merak bu uğraş
kimsenin eline geçmesin diye o fotoğraf